DİKKAT OKUMADAN GEÇMEYİN
Şimdi bu da “Ne” demeyin. Sonuna kadar okuyun. Okumaya başlayınca bırakamayacağınız hikâye.
Ne
Ne kadar da özlemişti. Doğru ya neredeyse 20 yıl geçmişti. Okuldan mezun oldukları günü daha dünmüş gibi hatırlıyordu. O gün ne kadar sevinmişlerdi. Ama bir o kadar da üzgündüler. O kadar sevdikleri okulu bitirip ayrı düşmek ve 4 yıl can ciğer oldukları arkadaşlarından ayrılmak hele hele canın yarısı olan Mehmet'ten ayrılmak hüznüne hüzün katıyordu.
Mehmet de aynı hisleri hissediyordu. Ondan ayrılmaya dayanamıyordu mezuniyet töreninde hiçbir zaman birbirinden ayrılmayan, yedikleri içtikleri bir olan sıkı dostlar, neredeyse birbirini görmemek ve göz göze gelmemek için sanki ellerinden geleni yapıyorlardı. Kah hocalarının kah arkadaşlarının kah ailelerinin yanına gidiyorlardı.
Artık beklenen o veda vakti geldiğinde. Ömür boyu bizi kimse ayıramaz diyen iki arkadaş, göz göze geldiler, ibrikten su akar gibi gözyaşlarına boğuldular. Öyle sarıldılar ki, sanki bir beden oldular, hiç yıkılmayacak bir sütunu andıran silüet olacak şekilde sımsıkı paylaştılar. Birbirlerine söz verdiler. Bu ayrılış ikisi için geçici bir ayrılış olacaktı. Hiçbir zaman irtibatlarını koparmayacaklar, daima görüşecekler mektuplaşacaklar ne yapıp ne edip her sene bir araya geleceklerdi.
Ama kader ya da hayat şartları veya yeni düzenleri buna fırsat vermedi. O sevincin ve hüznün bir arada yaşandığı günden sonra hiç buluşamadılar, hiç yüz yüze gelip görüşemediler. Önce ayda mektuplaştılar. Sonra üç ay, sonra sene ve en son beş sene önce mektuplaştılar. Beş sene sonra Mehmet'ten oğlunun sünnet düğününe davet mektubu geldi.
Mektubunda sitem ediyordu: “Hiç görüşemiyoruz hiç mektup göndermedin. İzini kaybettirdin. Ama ben senin izini buldum. Vefasız dostum.” kendine de sitem ediyordu: “Sana sitem ediyorum fakat ben de vefasızmışım.Beş senedir seni ne aradım ne de sordum. Oğlumun sünnet düğününü edeceğim zaman seni hatırladım. En büyük dostum, arkadaşım, can yoldaşımı oğluma kirve yapacağım dedim. Böylece seni aradım, soruşturdum sonunda izini buldum.”
Böyle siteme ve kirvelik gibi onurlu bir vazifeye karşılık bütün işini gücünü bırakıp arkadaşının davetine icabet etmek için gitmeye karar verdi. Fakat ona sürpriz yapacaktı. Geleceğini bildirmeyip tam sünnetten bir gün önce karşısına çıkacak ve kambersiz düğün olmaz diyecek ve Mehmet’i şaşırtacaktı. Yirmi yılın acısını çıkartırcasına ona sarılacak, aynı ayrıldıkları gün ağlaşarak göz yağmurlarının bedenlerini ıslattığı gibi ağlayacaklar, yüzleri bedenlerini hasret yaş gözyaşlarıyla yıkayacaktı.
Dediği gibi yaptı. Mehmet’e haber vermeden otobüse atladı. Uzun bir yolculuktan sonra Mehmet'in yaşadığı şehre geldi. Otogarda uzun bir yolculuğun yorgunluğuyla ve bilmediği bir yere gelmenin şaşkınlığıyla sağına soluna bakmaya başladı. Mehmet'e sürpriz yapacağı için evinin tarifini sormamıştı. Sadece Mehmet’in gönderdiği mektubun zarfında gönderenin adresi vardı. O adrese gidecekti tabii yabancısı olduğu bu şehirde Mehmet’in evine gitmesi için bu şehirden olan birine sorması gerekecekti. Bir yandan yorgunluk bir tarafta şehrin yabancılığı onu sersemletmiş o girişkenliği ve gittiği yere hemen uyum sağlama özelliği gitmişti.
Otogarlar o şehrin mozaiği, ülkenin bir küçük numunesidir. Çünkü şehre ilk gelen otogara gelir. Yolcularla dolup taşar. Farklı şehirlerden, farklı kültürlerden ülkenin her bir yerinden farklı farklı insanlar... Şöyle bir bakıldığında herkes o şehrin yabancısı ve bir telaş içindeler. Kimisi bavulunu taşımak için sülük gibi yapışmış hamallarla pazarlık yapma veya onları başlarından savma derdindeler. Kimileri karşılayacak ve kendini alacakları merakla ve perişan halde bekleme halinde kimileri de kendi gibi elinde bir adres, kime soracak, nereye gidecek şaşkın şaşkın dört bir yanına bakma telaşındaydılar.
Soracak birini bulmak için şöyle bakındı bakındı. Çay ocağında bu şehirden olduğu izlenimini uyandıran, sandalyesinde gayet kaygısız rahat rahat oturan, hem çayını içen hem gazetesini okuyan adama gözleri ilişti. “Ha bu adam buralı herhalde. Ona sorayım, mutlaka o bilir. Bilmese de bir şekilde nasıl ulaşacağımı söyler.” dedi. Adamın yanına vardığında adam gazeteye o kadar dalmış ki çayını bile soğutmuş. Bizimkisi biraz yorgunluğun biraz şehrin yabancılığının verdiği ürkeklik, çekingenlikten olsa gerek o cana yakınlık tavrını takınmadan ve aceleden selam kelam vermeden biraz da sanki bir dilenci edasıyla
“Ben buraya yeni geldim. Bana yardım edebilir misiniz?” daha sözünü tamamlamadan adam çatık kaşlarla başını gazeteden kaldırır sert sert bakar ve aynı sertlik ve kızarcasına “Ne?!” dedi. Bu beklemediği harekete karşılık duvara çarpmışa döndü. Kekeledi “Şe şey eee efendim yanlış anladınız. Ben buranın yabancısıyım.” adam bakışlarını değiştirmeden sabit bir noktaya odaklanmış onun yüzüne defol der gibi tekrar “Ne?!” dedi.
Evet, bu “Ne” sen de nereden çıktın, rahatımı ne bozuyorsun? Çekil git başımdan yaa. Benim senin gibi dolandırıcıya kanacak göz yok. Senin gibi dilencileri çok gördük. Git başkalarını aldat gibi ifadeleri içeriyordu.
Bunun üzerine daha bir şey diyemedi. Öylece kalakaldı. Patates çuvalını atar gibi çay ocağının sandalyesine kendini attı. Öylece mahzun mahzun oturarak boynu bükük derin bir ah çekip “Ben ne yaptım? Ben nereye gelmişim. Bu şehrin insanları ne kadar yobazmış.” demeye başladı. Zihni allak bullak olmuştu. Bütün bedeni ve ruhunu habersiz gelmenin pişmanlığı sarmıştı. “Yerin dibine batsın sürpriz. Sürprizmiş al başına çal şimdi.
Evet, otogarlar ülkenin küçük fihristidir. Orada ülkeyi rahat okuyabilirsin, görebilirsin. Her çeşit insan bulunur. İyi, kötü, şaşkın, heyecanlı, akıllı, dilenci, sahtekar vs. Çaycı da onların aralarında geçen münasebetsiz konuşmalarını görmüştü. Kendisinin hayal kırıklığıyla oturuşunu ve kafasından neler geçirdiğini tahmin ediyordu. Hemen ocağa gitti. Tavşan kanı bir çay doldurdu ve bizimkisinin masasına koydu. Çayın geldiğinden çaycının başının tepesinde beklediğinden ve kendisine baktığından farkına bile varamadı. En sonunda çaycı, “Hemşerim, nereden geliyorsun?” Alicenap bir şekilde sordu. Kendinden geçmiş bir vaziyette istemeyerek de olsa adama bakmadan “Ne istiyorsun? Bir de sen mi çıktın kardeşim? İşte geldik bir yerlerden.” bu cevap, başımdan defol ifadesini gösteriyordu. Fakat çaycı gün görmüş bir adamdı. Bizimkisin bu cevabını alicenaplıkla karşılayıp gülümsedi.
“Memleket ne?” dedi. İsteksiz ve geçiştirerek memleketini söyledi. “Oradan mı gelirsin?” “Hayır. Falan şehirden geliyorum.” Çaycı hayret ifadesiyle “Vay bee taa oradan gelirsin ha. Oo sen bayağı yorgunsun yorulmuşsundur kardeş. Şu yorgunluk çayını hele bir iç.” diyerek yanına oturdu. “Sorması ayıp olmazsa taa oralardan buraya niçin geldin.” “Buraya ilk defa geliyorsun herhalde. “Evet, ilk defa geliyorum.” “Ticaret mi? Ziyaret mi? “Ziyaret, sürpriz yapacaktım ama bana sürpriz oldu.” “Sana niye sürpriz oldu ki?”
“Nasıl olmasın?” diyerek gelir gelmez karşılaştığı durumdaki hayal kırıklığını anlattı. Çaycı tam bir gönül dostu gibi gülümseyerek omuzuna samimi bir şekilde dokundu. “Burası otogar kardeş. Her çeşit insan vardır. Sana böyle kaba davranan adamın kim bilir ne derdi vardır. Bak haline.” dedi ve şu adrese bakayım diyerek adresi alır. Okuduktan sonra “Burya gitmek çok kolay. Şehrimiz küçük bir yer zaten. Yürüyerek yarım saatte gidersin, minibüse binersen 15-20 dakikada gidersin. Taksi tutarsan 5 dakikada gidersin. Bizim taksiciler yolcuyu üzmezler. Adrese en kestirme yoldan götürürler. Çünkü şehrimizin misafirleri onların da misafiridir. Yolcularına ona göre davranırlar. Gideceğin yer fazla para tutmaz.”
Bunları duyunca birden gözü aydınlanır. Çaycıya minnetle bakar. “Sen ne kadar iyi bir kişiymişsin be kardeş.” dedi. Çaycı alçak gönüllülüğüyle “Ben sıradan bir çaycıyım. Neyse hoş geldin memleketimize. İnşallah beğenirsin.” bizimkisi memnuniyetle atılır “Beğendim beğendim hem de çok beğendim.” dedikten sonra çayını gönül rahatlığıyla tüm yorgunluğunu ve hayal kırıklığını atarak içti. Parayı uzatacakken çaycı adamın elinin üstüne elini koyar “Bizden olsun. Bir daha geldiğinde alırız parasını. Çünkü bizim şehrimize gelen bir daha gelir.” dedi. Taksicilerin olduğu yeri tarif etti ve çay boşunu alıp çay ocağına döndü.
Bu arada gazete okuyan adam, onların konuşmalarına kulak misafiri olmuştur. Bizimkisi toparlanıp taksi durağına doğru hareketlendiği sırada yanına gelir “Kusura bakman burası otogar. Burada her milletten insan var. Siz “Ben buranın yabancısıyım bana yardım eder misiniz?” derken hele bunu acındırarak demenizden sizin bir dilenci veya dolandırıcı olduğunuzu sandım. Genelde buralarda bir kişi çok uzaklardan geldim diyerek başlarsa o mutlaka bir dolandırıcı veya dilencidir. Bugün kaçıncısı geldi. Seni de onlar gibi sandım. Onun için böyle cevap verdim. Kusuruma bakmayın. Hoş geldin şehrimize.” Dedikten sonra sanki kendi misafiriymiş gibi gönülden sımsıkı sarıldı.
“Kime geldin? Adı ne” adresi okuduktan “Mehmet’e geldim. Sünnet düğününe davet etmişti.” adamın yüzünde gülücükler açıldı. “Tanıyorum bizim Mehmet. Aynı mahallede oturuyoruz. Düğüne bir misafiri gelecekmiş. Benim karşılamamı istedi. Demek seni de karşılamak varmış nasibimizde.” bu esnada diğer misafir yolcu gelir. Adam misafiri de karşılar “Hadi hep beraber gidelim” deyip misafirlerinin valizlerini alarak taksiciye doğru giderler.
Evet, hayatımızın vazgeçilmezi “Ne”dir. “Ne” sorumuzun cevabını da soruş üslubumuza göre alırız. Kısacası hayatta karşılaştığımız “Ne” sorusu bizim yaklaşımımıza ve üslubumuza göre şekillenir.
Mesut AKDAĞ
FACEBOOK YORUMLAR